Al-i İmran Sûresi 190. Ayetin İzahı

Al-i İmran Sûresi 190. Ayetin İzahı

Al-i İmran Sûresi 190. Ayetin İzahı

Şimdi okunan Kur’an-ı Azimüşşanda Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri, kendisinin ; göklerin ve yerlerin maliki yani sahibi olduğunu açıklamaktadır. Bu ayette şöyle buyruluyor:

(İnne fi halkıs semâvâti vel erdı vahtilâfil leyli ve nehâri le âyâtil li ülil elbâb) “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Al-i İmran, 3/190)

Yukarıdaki ayet bize, göklerin ve yerlerin halk edilmesinde, gece ve gündüzün ihtilafında/art arda gelmesinde, akıl sahipleri için ibretler vardır. Bir başka ifade ile Cenab-ı  Hakk’ın gökleri ve yerleri halk etmesindeki hikmetlerin ne olduğunu akıl sahipleri düşünür, diyor.

Ayette geçen (li ülil elbâb) sözlerini müfessirler, akıl sahipleridir diye bildirmişlerse de, Muhiddin- i Arabi (Ö. 1239) Hazretleri (li ülil elbâb) sözlerini kalp sahipleri olarak açıklamaktadır. İster akıl sahipleri olsun, ister kalp sahipleri olsun; nasıl düşündüklerini biraz inceleyelim.

Akıl sahipleri nasıl düşünürler? Kalp sahipleri nasıl düşünürler? Akıl, daima maddeyi düşünür ve hudutludur/sınırlıdır. Akıl manayı düşünemez. Çünkü mana aklın ardındadır. Hani Cebrail Aleyhisselâm Hz. Resulûllah Efendimizi miraca çıkarırken, kendisinin öz bir makamı var idi. Cebrail Aleyhisselâm oraya gelince şöyle söyledi:

“Bunda hatmolundu benim seyrangâhım

Maverasından dahi yok agâhım”

Benim seyahatim buraya kadardır. Ben buradan ileri bir adım dahi atamam. “Maverasında dahi yok agâhım” Onun ötesinden benim haberim yoktur, demektir. Ne demiştik; akıl hudutludur. Hududunu geçemez. Maneviyat ise aklın ötesinde olduğu için, akıl sahipleri bu ayet-i kerimeyi şöyle düşünürler.

Yağmur bizlere yukarıdan, yani göklerden iniyor. Yerler de bizim rızkımızı bitiriyor. Eğer yukarıdan Cenab-ı Allah yağmurunu inzal etmeseydi, yeryüzü bizlere rızık bitirmezdi. Demek ki, gökler yağmurunu inzal ediyor; yerler, rızkımızı bitiriyor ve böylece rızık temin edilmiş oluyor diye düşünür. Hatta insanlar ve bütün mahlûkat göklerden ve yerlerden temin eder.

Akıl sahipleri, gece ve gündüzün yaratılmasından, birbiri arasındaki uzayıp kısalmadaki hikmeti dahi düşünürler. Gündüzler çalışıp maişetimizi temin etmek, gecenin halk olunması da, istirahatımızı temin etmek içindir.

Peki, bu hikmetleri kalp sahipleri nasıl düşünürler? Maneviyatı idrak eden kalptir. Kalp, göklerin ve yerlerin halk olunmasının tefekkürüne daldığında, hemen Kur’an-ı Kerime göz atarız. Resulûllah Efendimize hitaben söylenmiş bir ayette şöyle buyruluyor:

(Yes’elühû men fis semâvâti vel ard. Külle yevmin hüve fi şe’n) a) “Gökler ve yerde kim varsa Ondan ister. O her an yaratma halindedir (şandadır) b) “Gökler ve yerdekiler Onu sorarlarsa (de ki: ) Rabbim her an bir görüntüdedir.” (Rahman, 55/29)

Görüldüğü gibi ayette Peygamber Efendimizin ism-i şerifleri geçmiyor. Demek ki Kur’an-ı Kerim yalnız Peygamber Efendimize inzal olmuş değildir. Bu hitap bütün insanlaradır.

Akıl sahipleri, göklerin ve yerlerin halkıyetini düşündüklerinde, göklerin ve yerlerin Allah’ın bir vasfı olduğunun idrakine varırlar. Gece ve gündüzün ihtilafını da düşünürler. Her ne kadar gece ve gündüz olarak isim almış olsalar da; her şeyin zahir ve batın anlamı olduğu gibi, gece ve gündüzün de batın anlamları vardır.

Gece vahdete, gündüz de kesrete işarettir. İnsan bunu aklen de düşünür. Gece bastığı zaman hiçbir canlı/insan kalmıyor, her biri yuvasına girip istirahatına çekiliyor. Kim kalıyor? Yalnız zatullah kalıyor. Yani Allah’ın zatından başka mevcut kalmıyor. Her biri yuvasına çekilip istirahatına bakıyor. Bütün âlem gecede gizlenmiş, geride yalnız zat-ı ilâhiye kalmış oluyor.

Kalp sahiplerinin gece ve gündüzden çıkarmış olduğu manâ, gece vahdete/birliğe, gündüz kesrete/kalabalığa işarettir. İşte hakikatte gece ve gündüzün getirdiği manâ bu olmuş oluyor. Bundan sonra ayet devam ediyor.

(Ellezine yezkürûnallâhe kıyâmev ve kuûdev ve alâ cünûbihim ve yetefekkerûne fi halkıs semâvâti vel ard. Rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ. Sübhaneke fekınâ azâben nâr) “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” derler.” (Al-i İmran, 3/191)

Bu ayette bir kelime geçiyor. Ellezine:

Onlar (Şol kimseler) kimdir? Onlar, daha önce sözü geçen kalp sahipleridir. Kalp sahibi olanlar Allah’ı ayakta iken zikredeler, oturduklarında da zikredeler, yattıkları zaman dahi zikrederler. Zaten bir insan bu üç halden başka bir hale geçemez.

İnsan, ya ayakta olur, ya yürür vaziyette olur, ya oturur vaziyette olur veya yatar vaziyette olur. İşte bu üç halde dahi Allah’ı hatırlıyor, zikrediyor/anıyor. İşte bunlara kalp sahibi olarak hitap olunuyor. Mevlit sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri, ilhamını bu ayet-i kerimeden alarak şöyle demiştir:

Her nefeste Allah adın de müdam

Allah adıyla olur her iş tamam

Bir insan her nefes Allah’ı zikrediyorsa, işte o kimse kalp sahibidir. Akıl ve kalp sahibi olan bir kimsenin her nefes zikre sahip olabilmesi nasıl olur? Bu bir sebepledir. Sebepsiz mümkün değildir. Yine zikir ile ilgili başka bir ayette şöyle buyruluyor:

(Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhıy ileyhim fes’elû ehlez zikri in küntüm lâ ta’lemûn) “Biz senden önce de elçi olarak kendilerine vahiy gönderdiğimiz erkekleri gönderdik. Eğer bilmiyorsanız geçmiş hakkında bilgi sahibi kişilere sorun.” (Nahl, 16/43)

Yani siz zikrin nasıl olduğunu bilmiyorsanız, ehlini bulup, ehlinden sorun demektir. Yine başka bir ayet-i kerimede buyruluyor:

(Yâ eyyühellezine âmnüttekullâhe vebteğû ileyhil vesilete ve câhidû fi sebîlihî lealleküm tüflihûn) “Ey inananlar! Allah’tan korkun. Ona yaklaşmaya yol (vesile) arayın ve yolunda cihad (cehd) edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/35)

Şu halde, böyle iman etmiş kimseler, iman ettiği halde, Allah’tan korkmuyor ve Allah’a yaklaşabilmesini ümit etmiyor, yaklaşmaya da teşebbüs etmiyor. Eğer inanmış bir kimse Allah’tan korkuyorsa ve Allah’a yaklaşmak istiyorsa veya ben Allah’a iman ettim, Allah’tan korkuyorum, bu korkmamdan dolayı da yakınım diyorsa, işte o zaman bu ayet-i kerimenin inzal olmasına sebep olmuş olur.

Mademki ayet-i kerime iman edenlere bu buyrukta bulunuyor; öyle ise, biz iman ettiğimiz halde düşünelim bakalım, Allah’tan korkuyor muyuz ve Allah’a yakın olabiliyor muyuz? Herkesin kendini bilmiş olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de işaretler vardır.

(Vellezîne âmenû vettebeathüm zürriyyetühüm ni îmânin elhknâ bihim zürriyetehüm ve mâ eletnâhüm min şey’, küllümriim bima kesebe râhin) “İnanan, zürriyetleri de kendilerine uyan kimselere onların zürriyetlerini de katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şeyi eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.” (Tûr, 52/21)

Şu halde, herkes kendine dikkat etsin. Kendisinin ne karakterde olduğunu insan bilmez mi? Elbette bilir. Peki, biz iman ettiğimiz halde niçin bu ayet-i kerime inzal olmuş? İşte burada imanlar kısım kısımdır. Yine başka bir ayet-i kerimede buyruluyor:

(İnnemel mü’minûnellezine izâ zükirallâhü vecilet kulûbühüm ve izâ tüliyetaleyhim âyâttühû zadethüm imânev ve âlâ rabbihim yetevekkelûn. Ellezine yükıymûnes salâte ve mimmâ razaknâhüm yünfikun) “ “Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, ayetleri okunduğu zaman inançlarını artırır ve onlar Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.” (Enfal, 8/2-3)

Burada bize bir işaret var. Biz, Allah’ı zikrettiğimizde, kalbimizi kontrol altına alalım, bakalım kalbimizde titreme oluyor mu? Haydi diyelim kalbimizde titreme oluyor! Şimdi de bakalım, bir ayet okunduğunda, imanımızın arttığını görebiliyor muyuz?

Bu kadar Kur’an-ı Kerim ayetleri dinliyoruz. Her dinleyişimizde imanımızın artıp artmadığına bir göz atalım. Eğer imanımızda bir artma olmuyorsa, o zaman okunan ayetlere uygun olamıyoruz demektir. Şimdi daha evvel bıraktığımız yere dönelim.

Akıl ve kalp sahipleri kimler imiş? Onlar Allah’ı her nefeste zikrederler, ayni zamanda zikri ehlinden sormuş ve öğrenmiş kimselerdir. İşte böyle kimselere bir ayet okunduğunda, onlar, imanlarının fazlalaştığını müşahede ederler. Bu sebepten dolayı vesile ayeti bu şekilde iman edenler için değildir. İmanların kısım kısım olduğunu biraz evvel söylemiştik. Bu imanlar: İman-ı taklidi, iman-ı istidlali, iman-ı tahkikidir. Kur’an-ı Kerim’de geçen bu hitap ise, taklit iman sahiplerinedir. O kimseler taklit olarak iman etmişlerdir.

Taklit iman sahibi olanların imanının istidlali sonra da tahkiki olabilmesi için bir vesile aramaları gerektiğini Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri bizlere şu ayet-i kerime ile beyan etmektedir.

(Yâ eyyühellezîne âmentütekullâhe vebteüğû ileyhil vesilete ve câhidû fi sebîlihî lealleküm tüflihûn) “Ey inananlar! Allah’tan korkun.  Ona yaklaşmaya yol (vesile) arayın ve yolunda cihad (cehd) edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/35)

Böyle taklit imana sahip kimseler, zikri öğretenin ehlini arar, bulur ve zikri daimle kalbinin titrediğini müşahede eder. Bir ayet okunduğu zaman da onların imanları artar. Ayet, yalnız Kur’an-ı Kerim’de yazılmış olan ayetler anlamında değildir. Ayet: Allah’ın varlığını gösteren delillere de denilmektedir. Başka bir ayet-i kerimede:

(Senürîhim âyâtina fil âfâkı ve fi enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk, e ve lem yekfi bi rabbike ennehû âlâ küllü şey’in şehid) “O Kur’an’ın hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussılet, 41/53)

Allah’ın ayetleri, en evvela sıfatlarıdır. Sıfat neye deniliyor? Latif olan bir varlığın kesafetle görünmesine. Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri zatı itibariyle latiftir. Bu suret gözüyle letafeti görmek imkansızdır.

Demek ki Cenab-ı Hak, latif olan zatını sıfatlarıyla belirtmiş oluyor. Bir insan Allah’ı düşündüğü zaman, evvela Allah’ın niteliklerini görmesi lazımdır ki, bunlara da sıfat denilmektedir. Cenab-ı Hak zatını sıfatlarıyla zahir etmiştir. Bu sıfatlardan sonra isimler, isimlerden sonra da fiiller, yani işler meydana gelmiştir. En son gelen, en evvela görünmektedir.

Demek ki, bir ehl-i zikir bulup onun mahiyetine girerek tarif edildiği şekilde zikrini eda eden ve zikir sayesinde kalbini uyandıran salike bu ayetler okunmaya başlar. Sonra, bütün fiillerin Allah’ın olduğu bildirilir. İşte böyle bir kişinin imanında elbette bir artış olur.

Buraya kadar Rabbine taklit ile inanmıştı. Fiillerden hiç haberi yoktu. Bu fiillerin Allah’ın olduğu kendisine bildirildiği zaman, imanında bir artış olur ve bundan sonra sıfatları da bildirildiğinde imanında yine artış olur.

Meratib-i tevhit kendisine talim edildi mi, imanı olgunlaşmış olur. Camilerde vaaz eden vaizlerimizi dinlediğimiz zaman, vaazlarının sonlarında; “Cenab-ı Hak son nefeste cümlemizi iman-ı kâmilden ayırmasın” diye dua ederler. Bu sebepten Resullûllah Efendimiz bir hadislerinde şöyle diyor:

Eğer imanlar vezneye/tartıya konulsaydı, Hazreti Ebubekir’in imanı en ağır gelirdi.”

Demek ki, o zamanlar/asr-ı saadette Hz. Ebubekir bütün Araplardan yaşlı olduğundan, meratib-i tevhidi en evvela tahsil etmiş olduğu anlaşılıyor. Bu vesile ile kâinat ve içinde görünenlerin her birisi Allah’ın birer ayetidir. Bu ayetlerin en büyüğü ise insandır. Hayvanlar da, bitkiler de birer ayettir. Velhasıl, gözümüz ne suretler görüyorsa, bunların hepsi de Allah’ın ayetlerinden başka bir şey değildir. Bu hususu Niyazi Mısri Hazretleri bir nutkunda bizlere açıklıyor:

Hep kitab-ı Hakk’tır eşya sandığın

Ol okur kim seyr-i evtan eylemiş

Biz, bu görmüş olduklarımıza eşya diyoruz. Eşya: Şeyin cemidir. Yani bütün şeylerin cemine eşya diyoruz. Bu gördüğümüz eşyalar, Hakk’ın birer kitabıdır.

Bu kitabı kimler okurmuş? Seyr-i evtan eyleyen, seyr-i meratip görenler, meratib-i tevhidi müşahede edenler; bu eşyaların birer ayet olduğunu görürler ve okurlar. Gözü açık olan kimseler, eşyalara baktıkları zaman, eşyaların birer suretten ibaret olduğunu ve içindeki manayı müşahede ederler. Onun için Resullûllah Efendimiz Allah’a münacatında şöyle diyor: (Ya Rabbi, erinil eşyae kemahiye) “Ya Rabbi! Eşyanın hakikatini bana bildir.” Bu eşya sen misin, senin gayrin midir? diye Allah’a yalvarıyor. Fakat Cenab-ı Allah peygamberimize hangi haberleri vermiş ise, bizim onlardan malumatımız yok!

Resulûllah Efendimiz böyle bir münacatta bulunduğuna göre; bu, biz ümmetlerine bir ihbar ve ihtardır. Resulûllah Efendimize gizli bir şey yoktur. Hatta ve hatta bütün peygamberler tertemiz ve masumdur, günahtan beridir. Hal böyle iken fetih suresinde:

(Li yağfira lekallâhü mâ tekaddeme min zembike ve mâ teahhara ve yütimme nı’metehû aleyke ve yehdiyeke sırâtam müstekıymâ) Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın. Sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru yola eriştirsin. (Feth, 48/2)

Bakın burada Resulûllah Efendimizden bahseden bir söz yok. Biraz önce dedik ki, peygamberler masumdur, günahsızdır. Öyleyse, bu ayet-i kerime ne diye onun hakkında nazil olsun? Şu halde, günahsız olarak yaratılmışsa, nesi af olunacak? Öyleyse biraz evvel okunan ayet-i kerimenin sadece Peygamber Efendimize ait olmayıp, bütün insanlara şamil olduğu anlaşılıyor. Ayetteki hitap, zahirde her ne kadar Hz. Resulûllah’a ise de, batında bütün insanlaradır.

Muhiddin-i Arabi Hazretleri o kadar mert ki, gani gönüllü ki, Allah’ın bu tebligatı yalnız Ümmeti Muhammed’e yapmadığını, bütün insanlara yaptığını söylüyor. Çünkü Cenab-ı Hak Rabbil müslimin değildir, Rabbil âlemindir. Bütün alemlerin Rabbidir. Ve bütün âlemleri kendi sevgisinden halk etmiştir. Kendi sevgisinden halk ettiği bir yaratığa niçin demesin? Senin geçmişte ve gelecekteki bütün günahlarını affettim. Biz, yeter ki kendimizi ve Rabbimizi bilmiş olalım. Kendisini ve Rabbini bilen bir kimse bu ayete mazhar olmuş olacaktır. Bundan sonra bizim yapabileceğimiz kendimizi okumaktır.

Bu âleme niçin geldik? Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretlerinin bizleri yaratmaktaki muradı nedir? Çünkü Cenab-ı Allah’ın her emrinde, her yarattığında bir hikmet vardır. Şimdi Cenab-ı Allah’ın âlemleri yaratmasına bir göz atalım. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurmaktadır:

(Emmen  hüve kânitün ânâel leyli sâcidev ve kâimevyahze-rul âhırate ve yercû rahmete Rabbîh, kul hel yesteviiezîne ya’lemûne vellezine la ya’lemun, innemâ yetezekkeru ülül elbâb) “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahretten çekinen Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9)

Kur’an-ı Azimüşşanı anlayabilmek için okuyalım. Mezarlarda ölülere okunsun ve bundan maddi bir kazanç temin edilsin diye okumayalım. Kur’an-ı Kerim’i okurken basiret gözlerimizi açmamız lazımdır. Eğer Kur’an-ı anlayarak okumuş olsaydık, Kur’an-ı Kerim’in biz insanların niçin yaratıldığını bizlere haber vermekte olduğunu anlardık. Bir ayet-i kerimede buyruluyor:

(Ve mâ halaktül cine vel inse illâ li ya’büdûn) “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 51/56)

Ashab-ı Kiram, İbn-i Abbas'tan gelen rivayete göre, anlayamadıkları mevzuları, manaları Resulullah Efendimize soruyorlardı. Yine bir keresinde:

 

“Ya Resulullah, ibadetten murat nedir? Cenab-ı Hak Te-âlâ Hazretleri bize bu ibadeti niçin emretti?” diye sordukları zaman; Hz. Resulullah da: “Allah'ı tevhit etmek ve Allah'ı bilmektir” buyurdular. Demek ki Cenab-ı Allah'ın bu kâinatı yaratmasındaki hikmet; O'nu bilelim ve bir olduğunu tanıyalım içindir.

Peki, biz bunu nasıl bilebiliriz? Bilemediğimiz mevzuları bir bilene sormak suretiyle öğrenebiliriz. Cenab-ı Allah bizleri kendisini bilmemiz ve tevhit etmemiz için yaratmış. Allah'ı nasıl bileceğimizi ve tevhid edeceğimizi anlayabilmemiz için, evvela tevhidin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Bir ulemaya soracak olsak tevhit, “lâ ilâhe illallah'tır” diyecektir. Bu söz ise tevhidin kelimesidir. Bir kimse yalnız surette kalırsa, onlara suret ehli denir. Bu hususta bir hadis vardır. “Bir evde suret olursa o evde namaz kılınmaz"

Hadis-i şerifte her ne kadar suret evleri kast ediliyorsa da, hakikatte ev kalptir. Yani bizler, kalp evlerimizde suret bulundurmayacağız, ibadetin suretinde kalmayacağız. Lafzını söylediğimiz “Lâ ilahe illallah” kelimei tevhidi nasıl bir suret ise, bizim kıldığımız namazlar da birer surettir. Tuttuğumuz oruçlar da birer surettir. Eğer bu ibadetlerin hakikat yönlerini bilmiyorsak, biz yalnız sureti takip ediyoruz demektir. Ve ayni zamanda kalp evimizi putlarla, suretlerle doldurmuş oluruz.

Nasıl Peygamber Efendimiz, Mekke'de dünyaya gelip de kendisine nübüvvet verildiğinde Kâbe'deki putları kırdı ise, biz de kalp evimizdeki putları , ayni şekilde kırmaya say-u gayret sarf etmemiz gerekir. Put: Suret demektir. Suret ise, cansızdır. Şimdi yine geriye dönüyoruz.

Hak Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de, yine inanmış kimseleri diriltmeye davet ediyor:

(Yâ eyyühelezîne âmenütecîbû lillâhive lir rasûli izâ deâküm limâ yuhyîküm, va'lemû ennellâhe yehûlü beynel mer'i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn) “Ey inananlar' Allah ve Resûlü, sizi hayat verecek (amellere) çağırdığı zaman icabet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında toplanacağınızı bilin” (Enfal, 8/24)

Peki, hem iman etmek hem de dirilememek nasıl olur? Biraz evvel imanları kısım kısım ayırmıştık. Taklit iman sahipleri, Allah'a suret olarak inanmışlar. Böyle taklid-i olarak inananlar da Allah'ın emirlerine icabet etti. Oruç tuttu, namazını kıldı, ama orucunda, namazı azın da yalnız suretini yaptı. Onun için Niyazi Mısri Hazretleri bir yerde diyor: “Dil Müslümaninin şahidi zordur” Eğer bir kimsenin Müslümanlığı yalnız dilindeyse bunu ispat edemez. İspat edebilmesi için, bu suretin mana cihetine geçmesi lazımdır. Resulullah Efendimizin “Evlerinizde suret bulundurmayın” demesinin hikmeti; ibadetlerimizin surette kalmaması içindir. Surette kalırsa ibadet cansız olur.

Resmimizi bir kâğıda çizdiklerinde, ya da fotoğrafımızı çektiklerinde, şeklimiz kâğıda aynen çıkıyor. Fakat bu şeklin, suretin bir hareketi ve cani var mıdır? Yoktur. İşte, biz de yaptığımız ibadetin maneviyatını bilmezsek, o ibadet bir suretten ibaret olur ve cansız olur. Bu şekilde ibadet edenleri ayet-i kerime dirilmeye davet ediyor.

Peki, böyle kimseler nasıl dirilecek? Allah ve Resulünün davetine icabet ederse, öğreneceği ilimle dirilecek ve onu kendisine okutacaklar, öğretecekler.

Bir kimsenin Allah’ı bilebilmesi için önce kendisini bilmesi lazımdır. Bir kişi kendini bilmeyince, Rabbini hiçbir zaman bilemez. Çünkü Kur'an'da Hak Teâlâ Hazretleri: Bizlere bizden daha yakın olduğunu bildiriyor.

(Ve le kad halaknel insâne ve na'lemu mâ tüvesvisü bihî nefsüh, ve nahnü akrabü ileyhi min hablil verîd) “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz insana şah damarından daha yakınız” (Kaf, 50/16)

Biz kendi kendimize perde olduğumuzdan, bu ayeti anlamakta zorlaniyoruz. Kendimizi anlayabilmemiz için ise, Allah'ı tevhit etmemiz gerekir. Daha evvel de muhabbetini yaptık. “Lâ ilâhe illallah” tevhittir, lakin bu tevhidin kelimesidir.

Bu sözleri dille söylemekle ne anlıyoruz? Lâ ilâhe: İlah yok demektir. Böyle demekle hangi ilâhı yok ettik? Önceden mevhumda, görünmezlikte bir Allah kabul ediyorduk.

Allah bu kâinatı halk etti ve kendisi bu kâinatın içinde kayboldu. Böyle bilinirse, gene biraz insaflıca olmuş olur. Fakat bazı kimseler şöyle diyor. Allah bu kâinatı halketti ve kendini çekti bir yerde oturdu, melekleriyle hizmetlerini yaptırıyor. İşte böyle düşünüp, böyle bilenler de var. Kim Allah’ı öyle biliyorsa, öyle bir Allah yoktur. Mevhumda aramayın. Eğer mevhumda bir Allah arıyorsanız, öyle bir Allah yoktur.

Lâ ilâhe, bir inkârdır, çünkü manası ilah yok demektir. Fakat illallah deyince: Allah'tan başka bir varlık yok demektir.

Kelimei tevhidin şeriatta anlamı farklıdır. Tarikatta farklıdır. Hakikatte anlamı yine farklıdır.

Şeriatta anlamı: Allah'tan başka ilah yok demektir. Tarikatta anlamı: Evren dediğimiz kâinatta Allah'tan başka yoktur.

Hakikatte anlamı: “Là mevcude illallah” Allah'tan başka bir varlık yok, tüm görünen varlıklar hep O'nundur, hep O'dur. “Lâ ilâhe illallah’ın anlamını işte böyle idrak ettikten sonra, Allah'ı tevhit etmiş oluruz. Fakat bunlar da ilmidir. Tevhit ise ilimle anlaşılacak bir mesele değildir.

Bu sebepten dolayı Pir Efendimiz: “Tevhit ilmi değil, zevkidir. Zevk etmekle olacaktır” diyor. Bakınız bu hususta Niyazi Mısri Hazretleri ne diyor.

Zatı Hakk'ı anlayınca zevk ile

Bu Niyazi nice seyran eyledi

 

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere bu ilimle değil, zevkle/tadarak/ilm-i tahkik ile olacaktır. (Buradaki ilimden murat zahir ilmidir) Bir kibarı kelam vardır. “Men lem yezük lem yarif” Tatmayan bilmez. Demek tevhit tatmakla oluyormuş. Kur'an-ı Kerim bize bu tevhidi tattıracak birisini arayıp bulmamızı emir buyuruyor. Cenab-ı Allah, bundan evvel de geçen bir ayette buyuruyor:

(Yâ eyyühellezîne âmenüttekullâhe vebteğû ileyhil  vesilete ve câhidû fî sebilihî lealleküm tüflihûn) “Ey inananlar! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol (vesile) arayın ve yolunda cihad (cehd) edin ki, kurtulușa eresiniz" (Maide, 5/35)

Niçin çok ceht/gayret ediniz diyor? Çünkü vesileler/yollar çoktur. Buradan da anlaşılıyor ki, bu vesile Mürşid-i Kâmildir.

İşittik falan yerde bir mürşidi kâmil var dediler. Gittik ona bağlandık, bize bir sürü esmalar, salâvatlar, şu kadar ihlâs, şu kadar kelime-i tevhit çekeceksin. Kıldığın her namazın ardından kaza namazı da kılacaksın dedi. Bütün bunlara devam ettikten sonra, başlar senin gördüğün rüyaları tabir etmeye başlar ve sonunda da der. Şimdi sen çalışmışsın. Bundan sonra mürşidi salike daha önceki derslerini bir misli fazlalaştır/artırır.

Evet, ibadet, zikir iyi bir şeydir. Ama ilimsiz ibadetin de pek fazla faydası olmadığını, Resulullah Efendimiz hadislerinde, Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'in birçok yerlerinde bildirmektedir.

Bir gün Resulullah Efendimiz meclise geldiği zaman şeytanı kapıda buluyor ve ona hemen soruyor: “Ey Melun! Ne duruyorsun burada?" Şeytan cevap veriyor: “Ya Resulallah, içeride birisi namaz kılıyor, girip onun namazını şaşırtacağım, velâkin yanı başında biri uyuyor; ondan korkuyorum” diyor. Peygamberimiz, işte o zaman şu hadis-i buyuruyorlar. (Nevmül âlimi hayrun min ibadetil cahili) “Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır” Daha evvel okunan bir ayetti kerimede, Cenab-ı Allah ne buyurmuştu.

(Emmen hüve kânitün ânâel leyli sâcidev ve kâimevyahze-rul âhirate ve yercû rahmete Rabbîh, kul hel yesteviiezîne ya'lemûne vellezîne la ya'lemûn, innemâ yetezekkeru ülül elbâb) “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür” (Zümer, 39/9)

“Bu yolda çok ceht ediniz” denilmesindeki sebep ve hikmet, gerçek bir mürşidi arayıp bulmamız ve ona bağlanmamızdır. Biraz evvel anlattığımız gibi, oyalayıcı mürşitlerden uzak durmamız gerektiğini, Niyazi Misri Hazretleri de şu mısralarıyla vurgulamaktadır.

Mürşit gerektir bildire

Hakk'ı sana hakkal yakin

Mürşidi olmayanların

Bildikleri güman (boş) imiş

Öyleyse bizi ilmel yakinden alıp aynel yakine, aynel yakinden alıp, hakkal yakine götürecek bir Mürşid-i Kâmil bulmamız için, biraz evvel okunan “Bu yolda çok ceht ediniz” ayetiyle de emir buyrulmaktadır. Demek ki bunun gerçeğini arayıp bulmamız, bizler için farz-ı ayındır.

Çünkü ilim tahsil etmek, ister erkek olsun, ister kadın herkese farzdır. Bakınız Resulullah Efendimiz de nasıl bir yol gösteriyor:

(Ütlubülilme minel mehdi ilel lahdi) “İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz"

Bu nasıl bir ilim ki, genç veya yaşlı olması önemli olmaksızın, ta mezara kadar tahsili isteniyor? Demek, bu ilmi öğrenmek kolay ki, yaşlıların bile öğrenebileceği belirtiliyor. Cenab-ı Allah da Kur'an-ı Kerim'inde bu ilmi öğrenmenin bir kolayı mevcut olduğunu beyan ediyor.

(Fe inne meal usri yüsrâ. İnnem meal usri yüsrâ) “Muhakkak ki güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Elbette güçlükle birlikte bir kolaylık vardır” (İnşirâh, 94/5-6)

İşte bu kolaylığı bulmamız için de, gerçek bir Mürşid-i Kâmili bulmamız gerekmektedir. Eğer nakıs bir mürşide rastlarsak; yani, nakıs bir mürşide intisap edersek (bağlanırsak) o zaman işimiz kolaylaşmaz daha da zorlaşır. Ama ehlini buldun mu, o güçlük kolaylığa döner.

Fakat bu güçlüğün içersinde kolaylığı nasıl bulalım? Her şeyin güçlüğü zordur. Kolaylığı ise ehvendir. Bu yola adım atan ve bu yolun yolcusu olan kimsenin en önce teslim olması lazımdır.

Bu âlemden bu kadar dinler geldi geçti. Fakat hiçbir dine İslam dini denilmedi. Ancak Hz. Muhammed'in dinine resmen İslam denildi.

Peki, nedir bu İslam? İslam teslim demektir, teslim olmaktır. Bütün mevcudiyetimizle verilen emirlere teslim olmaktır. Bir insan teslimiyetiyle yola girerse, elbette yol kolay olur. Fakat teslimiyetinde bir kusur, noksan olursa, yol kolaylaşmaz, güçleşir.   

Mademki bu yola girdik, mesafe almak/ilerlemek de istiyorsak, verilen emirlere teslim olacağız ve sımsıkı sarılacağız. Hidayet herkesin kendi teslimiyetinde ve sadakatindedir. İşte bu yola böylece girilirse “Her güçlüğün yanında bir kolaylık var” ayet-i kerimesine mazhar olmuş oluruz.

Musa Aleyhisselâm elli vakit namaz emrettiğinde kavminden biri, günde yüz vakit kılıyordu. Bu kimsenin hatunu kendisine sorduğunda: - “Ey adam! Musa elli vakit emretti, sen neden yüz vakit kılıyorsun?" Adam da:

- “Ya Musa Hak peygamber değilse, halimiz ne olur”.

Böyle bir imanla mesafe kat edilmez. Ne verildiyse, ne söylendiyse o emirlere sıdkı sadakatle uyulup yerine getirilirse, işte o zaman emre itaat edenler için yol kolaylaşır.

Nasıl ki her işte bir sermaye lazımdır. Bir kimse bir iş yapacağı zaman, evvela sermayeye sahip olması gerekir ki o işi çevirebilsin. Bu hususu Misri Niyazi Hazretleri şu mısralarıyla ne güzel açıklıyor.

Sermaye bu yolda heman

Teslim olup buna inan

Sıdk ile Allah'a dayan

Etmez mi gör ihsan sana

Şimdi, neymiş bu yolun kolaylığı? Teslim olmak imiş. Teslim olmak nedir? Verilen emirlere riayet etmektir, ne fazla, ne noksan. Eğer bir kimse bu verilen emirler bana fazla geliyor diyorsa, o zaman Cenab-ı Hakk'ın aşağıdaki ayetine ters düşmüş oluyor.

(Lâ yükellifüllâhü nefsen illâ vüs’ahâ, lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet) “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı da yine kendisinedir” (Bakara, 2/286)

Çünkü Cenab-ı Allah bizlere taşıyamayacağımız bir yükü yüklemez. İşte bu yolun kolaylığı böylece başlayacaktır. Bundan önce okunan beyitlerde:

Mürşit gerektir bildire

Hakk'ı sana hakkal yakin dendi.

Burada salikin sadk-ı sadakatle teslimiyeti yeterli oluyor ve sonrası senin teslim olduğun, seni idare eden kişiye düşüyor. Nakıs bir mürşide düşsen dahi, senin sıdk-i sadakatin sana yardım edecektir.

Mevlana Hazretleri Mesnevisinde: “Uyursan bir yol üzerinde uyu. Bir yolcu geçerken seni uyandırır. Lakin yol olmayan bir yerde yatarsan, yabanilere yem olur gidersin. Eğer yolda uyursan, gelip geçen biri elbette seni uyandıracaktır”.

Demek ki sen nakıs bir mürşide bağlanmış olsan bile, sende sıdki sadakat varsa, bir gün seni gerçek bir mürşit, bir yolcu uyandıracak, o nakıs mürşide bırakmayıp, sana ehlini bulduracaktır.

Salikin teslimiyet ve sadakati olursa, kâmilin de ona himmeti erişir ve onu ilmel yakinden alır, aynel yakine, aynel yakinden alır Hakkal yakine getirir.

Ne demektir bu Hakkal yakin? İbadet daima üçlüdür. Bu hali zikirle ve ibadetle örnekleyelim. Bir zikreden var, bir zikir var, bir de zikrolunan var. Ayni şekilde bir ibadet eden var, bir ibadet var, bir de ibadet olunan var. Hakkal yakine erişen bir kimsede, bu üçlü varlık tek bir varlığa düşecektir. Hani Hasan Fehmi Efendinin bir ilahisinde okuyorsunuz.

Salâtı vitri kılan muhakkak

Evvel ahir zahir batın olur Hak

Kalmaz şirkin abid Mabut olur Hak

Yalvar kul Allah'a seher vaktinde

Yalvar kul Allah'a beher vaktinde

Salât-i vitir üç rekât olduğu için, buna vitir namazı deniliyor. Vitir; tek demektir. Hâlbuki biz bunu üç rekâttan ibaret zannediyoruz. Bu üç rekât bir rekâta düşecektir.

Peki, nasıl bu üç rekât bir rekât olur?

Şimdi bu ibadette, bir namaz kılan var, bir namaz var, bir de namaz kılınan var. İşte burada ibadet, abid, Mabut bu üçü birleşecektir. Abid yani ibadet eden Hak olacak, ibadet Hak olacak ve ibadet olunan da Hak olacak. Ve böylece bu üçlü varlık birleşmiş olacaktır. Bu zevke ermeyenler ayet-i kerimede buyrulduğu gibi:

(Fe men käne yercû likâe rabbihi felya’mel amelen Salihav ve lâ yüşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ) “Artık her kim Rabbına kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın” (Kehf, 18/110)

Hitabına uğrarlar. İşte bu gerçeği bize hakiki bir kâmil mürşit bildirecektir.

Hasan Özlem Efendiden Hakikat Sohbetleri - Arifler Gül Bahçesi ( Sayfa: 45-61)

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ